Murakami’yle Ankara’da bir kitap fuarında tanışmıştım. Soyadı Kalem olan, yazmayı da okumayı da çok sevip bana da sevdiren Ercan abim tanıştırmıştı beni. 1Q84 üçlemesinin ilkini almış, seversem devamını da alırmışız diye konuşmuştuk. Sonrası malum, devamını koşarak aldım. Buket Uzuner’le de beni Kalem tanıştırmıştı. Bu iki yazarın kitapları hayatımın ve kütüphanemin en başında, raptiyelenmiş bir şekilde durur.
Kalem, iyi ki beni bu iki insanla tanıştırmış. Şimdi tüm kitapları Yapraklı Maarif Takvimi misali; ihtiyaç halinde yaprakları kopartıp yanımda taşıyabiliyorum.
Ali Volkan Erdemir’le de Murakami’nin dünyasına kendi diliyle girebilen bir adam olması vesilesiyle tanıştım. Benim için Erdemir de Murakami gibi büyülü ve havalı biriydi. Bir kitap çevirmek, bir kitap yazmak, bir kitap editlemek ya da bir kitaba kapak çizmek hepsi oldukça büyülü işler. Bir de bunlar büyülü şeyler düşünen insanlarla birleşince adeta meyveli bir pasta yiyor gibi oluyorsunuz.
Birlikte çalıştığım yazar Ege Soley’in annesi Eren Cendey Yücesan bir gün Instagram’da bir paylaşımında Erdemir’i etiketleyince, “Hah” dedim, “Hah Begüm, bu kişiyi sen nasıl yeni bulursun?” Sonra bir umut bastım takibe. Tabi burası büyülü insanların odası olduğu için ve ben de büyülenmeye çok müsait olduğum için beni de aralarına aldılar. Belki bir gün, bir büyü daha olur ve Murakami’yle arkada Jehan Barbur ya da Birsen Tezer çalarken (fonda Balıkesir şarkısı çalabilir bu arada) onun dilinde konuşabiliriz. Hem neden olmasın ki? Murakami dünyasında her şey mümkün. (:
Şimdi gelelim büyülü dağımıza. Kitabı gözüme kestirdiğim ilk andan okuyup yarılayana kadar geldiğim ana kadar, hep bahsi geçen dağın içine girip başka bir dünyaya çıkacağımı hayal ettim. Baktım, dağa falan girmiyoruz. Bıraktım büyüyü, dedim burada büyü yok. Ama sonra işler değişti, büyünün içimde olduğunu, ben istersem onu görebileceğimi anladım. Ne çaycısı, ne perisi, ne de en yakın dostu, büyü içindeki dağda saklı ve herkesin büyüsü kendisine.
Mesela kitapta altı gün boyunca çaycı gibi çay demlemeye çalışan Barış, yedinci gün büyünün çayda değil çaycıda olduğunu anlayıp kendi büyüsüne geri dönüyor. Böyle söyleyince kulağa ne kadar basit geliyor değil mi? Halbuki bir insanın kendi büyüsünü fark etmesi bazen hiç gerçekleşemiyor bile.
Kitapta aklımda kalan diğer şeyler ise; yürümek, yürümenin güzelliği. Sanırım yürümenin açamadığı bir sıkışmışlık, iyileştiremediği bir dert yok. Murakami de koşarmış zaten. (: Kitabın sonunun yürüyerek tamamlanması ise bana bir bitişi değil de yeni başlangıçları hissettirdi. Barış yürüdükçe içim büyüdü, ağaçlar, dağlar, denizler, taşlar hep içime doldu. Sağımı solumu içime atarak ben de Barış’la yürüdüm. İyi ki yürümüşüm, şimdi o topladıklarımı buraya bırakıyorum.
Sonra bir de Alev vardı. Alev bana, hep değişeceğine inandığımız ama aslında kendinin bile kendisine inanmadığı kişileri neden dinlediğimizi sorgulattı. Sizce neden? Ben, sadece konuşup eyleme geçmeyen insanları dinlemeyi ve onlara çözümler bulmayı bırakalı epey zaman oldu. Bence siz de bir deneyin, epey hafifliyorsunuz. Geç olsun güç olmasın, değil mi? (:
Son olarak Cenk. Cenk bence Barış’ın hayatında gerçekten vardı ve bu kitabın bence en büyülü kısmı da burasıydı. Büyü kaçmasın diye bununla ilgili şeyleri içimdeki dağa fısıldayacağım. Burayla ilgili bende açılan başka bir kapı ise; ‘kendinle dost olabilmek’ oldu. Hani derler ya dostunu nasıl dinliyor ve ona öğütler veriyorsan kendine de öyle şefkatli davranmalısın. Aynen katılıyorum; insana en çok kendi ilgisi iyi hissettiriyor. Bunun tadını bir aldınız mı diğer ilgiler pastanın üzerine mum koymak gibi oluyor.
Ve sona gelirken, bu kitap bende içimdeki büyümü ortaya dökmeme vesile oldu.
Teşekkür ederim Erdemir, teşekkür ederim Dağın Rüyası.



